22 Ocak 2020 Çarşamba

Bülent Hazer: Çizgi Roman Tadında Yaşamış Bir Çizgi Roman Yayıncısı

Bülent Hazer'in yayınladığı Baytekin mecmuasının ilk sayısında yayınlanan resmi. Başka yerde denk gelmeniz pek mümkün değil. Aha!  internet orada! Altını üstüne getirin bulursanız o zaman konuşalım. Sadece bizde, gel vatandaş! Sayfanın tamamını iliştiriyorum ki dil özelliklerine dair de bir fikir versin.





Bülent Hazer, çoğunlukla çok kısa ömürlü çizgi romanlar yayımlayan bir yayımcıdır. Fakat, Türkiye'deki ilk erotik çizgi romanı yayımladığı da özellikle unutulmamalıdır: 

Amazon (1973) 





İtalyan erotik filmlerinden alıntılanan ve fotoromanzi adı altında 1971 de yayımlanmaya başlayan yayınları Türkiye'de Sex Fotoroman adıyla basmıştır.



Aynı zamanda Kung-Fu çizgiromanları ve 1978'de İnter Neşriyat'dan kısa ömürlü Teks'i yayınlamıştır. 1980'lerdeki yayınları şu başlıkları kapsamaktadır: Fantoma (Diabolik), Krilling (Kriminal), Roky (Docteur Justice), Barbar Ogan ve Zorro'nun erotik versiyonu. Ayrıca Bizim meşhur Baytekin çizgi romanlarını da önceleri Flash Gordon daha sonra Namor adlı karakterlerin uyarlanması şeklinde yayınlanırken, bu şekilde yayınları yapanlardan biridir aynı zamanda.


Hazer, Amerika Birleşik Devletleri'nde güzel sanatlar eğitimi almış ve buradan mezun olmuştur. 1974-78 arasında Kuwait TV'de sanat yönetmeni olarak görev yapmıştır. 1990'larda pek çok Asya ve Afrika ülkesinin ulusal paralarını basarak işadamlarından birisi oldu. Fakat, 2003 yılında Belçika polisi tarafından silah ve elmas kaçakçılığıyla, sahte para basmak suçundan tutuklandı.

Diabolik’in Türkçede ilk yayınlanışının Fantoma ismiyle olması hiç de yersiz değildir. Muhtemelen bizim arşivlerdeki ilk sayıdan ibaret olan bu dizinin yayın yönetmeni Bülent Hazer, Diabolik’ten başka, Diabolik esinli bir diğer İtalyan kahramanı Kriminal’i de Krilling adıyla yayınlamış. Ülkemizde ilk erotik çizgiroman yayınını da yapan Hazer, elmas hırsızlığı girişimini konu alan bu ilk Türkçe Diabolik macerasını yayınladıktan yıllar sonra, elmas kaçakçılığından yakalanıp hüküm giydi. Kader işte... Besbelli Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...

cizgidiyari.com'un geniş altyapısından yararlanılmıştır. 

17 Mart 2019 Pazar

Türkiye’nin kısa vadeli ödemesi gereken borç tutarı nedir?

Türkiye’nin vadesine 1 yıl kalmış (başlangıç vadesi ne olursa olsun) borç tutarı 180 milyar dolardır. Bunun 102 milyar doları Bankaların yükümlülüğüdür (borcu değil!). Bu tutarın yaklaşık 51 milyar doları yurtdışı yerleşiklerin, Bankalarımız nezdinde açtırdığı mevduat hesaplarıdır. Kalan 51 milyar doları ise bankaların borcudur. Bunların yenilenme oranı 12 aylık kümülatif olarak bakıldığında %110’dur. Halihazırda bu oran bir nebze düşse de olumlu seviyelerdedir. Yenilenme riski düşük düzeyde olmakla birlikte, yenilenme maliyetleri/rollover cost ciddi oranda artmıştır.
Bu borçlanma düzeyine (51 milyar dolarlık) karşılık; Bankalarımızın;
  • Rezerv Opsiyon Mekanizması nedeniyle Merkez Bankası nezdinde tuttuğu rezervlerin tutarı 28 milyar dolardır.
  • Merkez Bankasının döviz depoları piyasasında bankalara kullandırabileceği 50 milyar dolarlık limit var. Merkez Bankamız gerektiğinde bu limiti artırabilecektir.
  • Bankacılık sisteminin 50 milyar dolar tutarında “her an nakde döndürülebilir döviz likiditesi” mevcuttur.
HAZİNE’NİN NAKDİ BORÇ YÜKÜ YOK!
Reel sektörümüzün 73 milyar dolar dış yükümlülüğü var. Bu tutarın 48 milyar doları mal ve hizmet ticaretinden kaynaklanan TAAHHÜTLERDİR, nakdi borç değil. Kalan 25 milyar dolar ise reel sektörümüzün aldığı nakdi kredi borcudur. Bu borcun da yenilenme oranı 12 aylık kümülatif olarak bakıldığında %130 civarındadır (şu anda bir nebze düşmüştür). Yenilenme riski düşük düzeyde olmakla birlikte, yenilenme maliyetleri/rollover cost ciddi oranda artmıştır.
TÜRKİYE 6.5 MİLYAR ARTI POZİSYONUNDA
Bankalarımız net pozisyon olarak bakıldığında döviz açık pozisyonda çalışmamaktadır. Buna karşılık, reel sektörümüzün Döviz Açık Pozisyonu toplam 217 milyar dolardır. Ancak, kısa vadede yani 1 yıla kadar olan süreçte reel sektörümüz 6,5 milyar dolar artı pozisyondadır. Bu açıdan da kısa vadede bir sorun görünmemektedir.

Buraya kadar olan kısım SON.TV haber sitesinin yaptığı analizden alıntıdır.
2018 yılı sonunda Türkiye'nin ekonomik sıkıntıları tartışılırken internetten bir güruh peydah oldu. Türkiye'nin borçlarını vurgulayan, ABD dolarının kısa sürede 7 TL sınırını aşmasından hareketle "dolar 10 lira olacak!", "batıyoruz! battık bile!" yaygarasını koparan bu zevatın aralarında endişeli ve iyi niyetli saflar da bulunduğundan kızmadan usul usul anlattık. bu yazıyı çeşitli kaynaklardan derleyerek yazmış; fakat yanlış birşey yapmamak için bir süre bekletmiştim. Lakin bu felaket tellallarının bir kısmı bugün hala bu yaygarayı sürdürmeye çalışıyor. Kötü niyeti görüyoruz ama yine de izah etmeye çalışıyoruz çünkü Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...

2 Eylül 2018 Pazar

Farz Eyleyelüm Dedük: Erdoğan Bilime ve Adalete Öncelik Verseydi


Aşağıda okuyacağınız varsayım internetin her köşesine bulaşmış bir takım argümanların sebebiyet verdiği bıkkınlığın eseri olup sevgili dostumuz Sıtkı'nın sıyrılma kararı alması neticesi klavyeye alınmış bir faraziyedir. Bir bakıma sosyal medya muhalefetine "Çok salak ve bencilsin" demenin uzun halidir. Öyle işte...

-Brunson pazarlığı yapacağına yüce Türk adaletini kendi haline bırakmak mesela. Böylece o papazın davası da politika bulaşmayan her dava gibi yıllarca sürecek, emekliliği gelince sonlanan mahkeme sonucu zaten son günlerinde olan papazın ajanlık yapacak hâli kalmadığından memleketine gidecektir. Adliyenin normal işleyişi başlı başına bir cezadır Türkiye'de.

-Bilime ve adalete önem veren bir yönetici olsaydı herhalde darbe teşebbüsünde bulunan insanlara madalya takacak, Fethullah Gülen'i geri istemeyecek, S-400leri almayacak, Suriye'de PYD'ye karşı çıkmayacaktı. Böylece TL devalüe olmayacak, dolar yükselmeyecek, küresel ticaret savaşları başlamayacak, ABD yönetimine evangelistler hakim olmayacak, Trump seçilmeyecek, gümrük vergileri üzerinden tek kutuplu dünya düzeninde inat etmeyecek, Türkiye kavganın ortasında kalmayacaktı. 1971'de harp okulları sınav soruları Fetö tarafından çalınmayacaktı, 40 yıl dev boyutlara ulaşmış bir örümcek ağı RTE belediye başkanı olduğu gün dağılacak, 2002'de karşısında pazarlık eden büyük bir güç olarak çıkmayacaktı herhalde.

-En önemlisi; Erdoğan bilime ve adalete önem verse; yüzyıllardır bilime verdiği önemle şöhret yapmış necip Türk milleti(dikkat, ironi çıkabilir!), tıpkı beyefendi bir fizikçi olan Erdal İnönü ve beyefendi bir makine mühendisi olan Necmettin Erbakan'a yaptıkları gibi (bu ikisi aynı zamanda Fetö benzeri yapılara bulaşmayan nadir liderlerdendir) Erdoğan'a büyük destek verecekti. Veya daha gerçekçi olursak, bilime adalete önem veren bir Erdoğan'ı bu millet seçim barajlarıyla süründürecekti. Konuştuğunda “ne dediği belli değil” diye dalga geçilecekti. Başka bir adla piyasaya çıkan bir şahsa oylar yağdırılacak ve "adam güzel bağırıyor" denecek(bunu bizzat duydum) belki hala Demirel'e oy veriliyor ve babalık bekleniyor olacaktı, belki başka birinden (bkz:herkese iki anahtar) vaatleri dinliyor olacaktık.

Çünkü;
demokrasilerde oyunuz kadar var olursunuz. Seçmenlerin yüzde 50'si memursa memurların hakları genişler. milyonlarca işçi varsa her politikacı işçi haklarından bahseder. Bilimle uğraşan insanların toplam nüfusu yüzde 10 bile etmiyorsa milyonlarca insanın anlayamadığı ve hatta karşı çıkacağı kadar sağduyulu liderlerin çıkmasını ve tepeden inmesini beklersiniz. Çünkü tepeden inmezlerse halk bu değişik insanları yine seçmeyecektir(zaten hiç seçmemiştir).

Nüfus köylü iken bir çiftlik sahibi tabii ki iktidar olacaktır. Askerlerin kurduğu bir bürokrat meclisi tabii ki gücü bürokrasiye verecektir.

Anketlerde bilim çıkmaya başladığı zaman bütün politikacılar bilimden bahsetmeye başlar. 


Netice olarak, birbirinin götünü dişleyen siyasetçiler bu kitleye müstahaktır. Hele ki Erdoğan, fazla bile zariftir. 

zira;

"ben tinerci gibi küfredeyim ama benim seçtiklerim tanzimat beyefendisi, hanımefendisi olsun" 

"ben fotomaç gazetesinin resimlerine bakayım ama o arada yobazlar bitsin, bilimde ilerleyelim"

"ben takım tutar gibi ideoloji savunayım ama yargı tarafsız olsun" 

"ben emniyet şeridinden basıp gideyim ama trafik kurallarına uyulsun"


beklentisi vatandaşlık hakkı değil, bencil ve ahmakça kurulmuş bir hayaldir, distopyadır. 
Bu hamakata devam edecekler; ve kendilerini aydın, bu yaptıklarını da muhaliflik zannetmeye devam edecek; son nefeslerine kadar da "Allah Allah! Niye planladığımız gibi olmadı ki acaba?" diye merak edecekler. Çünkü Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...


Neden İdam Cezası?

Kadınların çantalarında biber gazıyla yaşamak zorunda olduğu, sokağa çıkarken tedirgin olduğu bir toplumdansa tecavüze meyleden insanların mezartaşlarının olmadığı ve ahlaksız insanların tedirgin yaşadığı bir toplum istiyorum çünkü.


Fotoğraf Hindustan Times E-Gazetesinden alıntıdır.

Cinayet için bile değil, ama ırza tecavüz ve ihanet-i vataniye suçları için idamı desteklerim, zira bu iki suç idamla cezalandırılsaydı; ne 27 kişinin tecavüzüne uğrayan kız çocuklarını günübirlik haber olarak okuyup geçerdik, ne bunu örtbas etmeye cüret eden siyasetçilerimiz olurdu. Ne gazetecilik süsü verilmiş ajanlarımız ve içimizi oyan beşinci kol faaliyetleri bu kadar cüretkar ve yüzsüz olabilirdi, ne de bunu istismar edecek siyasetçiler bu kadar pişkin olabilirdi.


Lessie Bize Bir Şey Anlatmaya Çalışıyor...

El Emeği Göz Nuru

Markette kasanın berisindeki prezervatiflerin yanında biber gazı satılıyor. Bir düşün bakalım şimdi, acaba kapitalizm sana ne anlatmaya çalışıyor? Öldürmek isteyene silah satacaksın, öldürülmek istenene zırh. Ölüye mezar, geride kalanlara mendil... Biz bu ülkede ticari maksatla mı yaşıyoruz? bir şeyler alıp bir şeyler satmak ve bir şeyler alıp satmayı kolaylaştırmak için mi ülke kurmuşuz? Tecavüz suçlusunun cezasını paraya çevirdiğinizde tecavüz mağdurunu nasıl bir konuma yerleştirmiş oluyorsunuz? Fahişeden hallice... Vatana ihanet suçlusunun cezasında indirim yaparken neyi ödüllendiriyorsunuz, neyi teşvik ediyorsunuz? Vatanınızı ihanet edilemez bir Sultan yapmıyorsunuz, acaba ne yapıyorsunuz? Üzülüyorum bu insanlara, çünkü Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...

2 Haziran 2018 Cumartesi

Schrödinger'in Kedisi ve Dördüncü Boyut: Zaman

Schrödinger'in Kedisi deneyini bilen bilir. Varsayımsal bir deney olup paketlemek veyahut kutulamak suretiyle kedi telef etmenin caiz olup olmadığını felsefi bir şekilde sorgulayan bir deneydir. 

Özetle; zehirli gaz dolu bir kavanoz ve bir adet kediyi bir kutuya kapatırız. (evde denemeyiniz, zaten niye deneyesiniz ki?) kedinin kavanozu kırıp kırmadığını göremediğimiz için "kedi canlıdır" veya "ölüdür" diyemeyiz; kedi hem ölüdür hem canlıdır.


Muallak Kedi


Görmemişler gibi "vay babağn kemüğüne! ne kadar ilginç ve çarpıcı fikir bu ya rabbülalemin!" diyen bazı kardeşlerimiz kusura bakmasınlar; böyle saçmalık olmaz! O kadar kolay mı olm bu işler?

Öte yandan aklı evvel bir kardeşimizin yumurtladığı bir fikir olarak "az bekleyelim kedi miyavlar zaten" düşüncesi de hakikate yaklaşmakla birlikte fikrin sahibi az biraz odun olduğundan bu kafayla hakikate bir ağaç hızında yaklaşacaktır büyük ihtimalle. Zira mevzubahis deney varsayımsal bir deney olup her şeye uygulanabilir ve iddia: cisim ne olursa olsun kutuyu açmadan son durumu bilemeyeceğimiz şeklindedir. Yani kutudaki şey çenesi düşük bir kedi olmasa da deneyin yapılabilmesi lazım. 

Fakat Ahşapcan kardeşimizin fikri büsbütün avanakça bir fikir de değildir, zira bir cismin dünyanın geri kalanıyla olan olağan bağlantısını kestiğinizde cismin olağan davranışlarında da muhakkak bir takım değişiklikler olacaktır. Bu cismin canlı olması da gerekmez; sadece gözlemlemenin dahi davranış değişikliği getirdiğini göz önünde bulundurursak, izolasyonun değişiklik oluşturmaması düşünülemez. Aynı şekilde cisimle aramızdaki bilgi akışının da kesilmiş olması başlı başına olağan akışı bozan bir durum olduğundan yeni bilgi gelmemesi dahi mantıksal süreçleri etkileyecektir, nötr değildir.

Schrödinger'in Kedisi deneyine yaptığımız eleştirinin mantıklı bir yönü daha vardır: 

ZAMAN.

Kutuyu açıncaya kadar hem ölü hem diri varsayımı aynı zamanda zamana karşı da hayli dirençsiz bir varsayımdır. Kutuyu kapattıktan 20 yıl sonra zehir kavanozu kırılsa da kırılmasa da kedinin ölümlü olması hasebiyle kutunun içindeki durum zamanla netleşecek ve ihtimallerin sayısı azalacaktır. 

Kutunun içindeki taş olsaydı da farketmezdi. Belki daha yavaş değişime uğrardı, ama taş bile olsa zamanla değişim o kadar kaçınılmazdır ki bu artık sadece bir zaman meselesidir. ortalama bir kedinin ömrü azami 20 yıl olduğundan denklemin ihtimalleri seyreltip sonuca vardırması kedi için 20 yıldır. Taş için bu süre belki 20 yıl değil de 20 milyon yıldır; ama bir süre sınırı vardır ve er veya geç doğa denklemi dengeleyecektir.

22 Şubat 2018 Perşembe

İkbal Mesih ve Hayatın Yükü

İkbal Mesih (İqbal Masih) 1983 yılında Pakistan’ın en yoksul bölgelerinden biri olan Mudrike’de doğdu. 4 yaşına geldiğinde tüm akrabaları gibi 600 rupi, yani yaklaşık 16 dolar karşılığında halı dokuma fabrikasında çalıştırılmak üzere satıldı. Burada haftanın 7 günü, 14 saat çalıştırıldı. 10 yaşına geldiğinde ise sadece 27 kiloydu.
Çocuk çalıştırmanın yasak olduğunu öğrendiğinde fabrikadan kaçan İkbal daha sonra polisler tarafından yakalanarak tekrar fabrikaya götürüldü.

Bir sonraki kaçışında yalnız değildi, yanında 3000 çocuğu da götürdü. Çocuk işçiliğine karşı verdiği mücadele dünya çapında duyulmaya ve ses getirmeye başlayınca henüz 12 yaşında iken öldürüldü.

İşte bu gülüşü güzel çocuk henüz 12 yaşında mücadelesi uğruna canını verdi. Şimdi oturup kendimize bir sormak lazım, Derdimiz dert mi? Yükümüz yük mü? Bizim gündelik şikayetlerimiz, uğraşlarımız, bunu İkbal'e yapan insanların evlerine döndüklerinde hissettikleri vicdandan azade yorgunluk... Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...
Daha etraflı bilgi buradan bulunabilir [ingilizce]

6 Şubat 2018 Salı

Tek Huzur Ümidi Ölüm Olanlar

"Ne yapabiliriz?... Yaşamak gerek... Yaşayacağız Vanya dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alın yazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de yaşlılığımızda da durup dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve tanrı acıyacak bize... Ve biz seninle canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... Dinleneceğiz, dinleneceğiz... Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz... Yaşamımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak ve tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna!... Zavallı Vanya dayı, ağlıyorsun... Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya dayı, bekle... Dinleneceğiz, dinleneceğiz..."

                                                                  -Sonya - Son konuşması
                                                                    Vanya Dayı - Anton Çehov